“Tarihimizden eşcinsel metinler meselesine kafa patlatırken aslında meselenin Türk ya da Anadolu eşcinselliği veya Osmanlı – Yunan eşcinselliğinden daha derin bir izahatinin olabileceği fikrinden hareketle şu gün bir takım çevrelerce marjinalleştirilen eşcinselliğimizin tarihin derinliklerinde bugünün tam aksine sıradan ve doğal olduğunu biliyor muydunuz?
Aslında tam da mülkiyet kavramının ve hemen ardından gelen sınıflı toplumun ortaya çıkmasıyla kaçınılmaz bir biçimde ve büyük bir hızla gelişmeye başlayan sözüm ona modern dünyanın din-toplum-uygarlık-totem ve tabularıyla marjinalleştirilerek bugünkü görüntüye ulaştırılmasının siz okuyucuyu meraklandırması; rahatsız etmesi ve bununla birlikte kızdırması dileğiyle…”
İlk yazıda üzerinde durduğumuz “Osmanlı’da Eşcinsellik” meselesinin devamı olan bu yazıda da başka araştırmacılardan, başka örnekler vererek konuyu biraz daha netleştirmek istedik. Osmanlı ve Anadolu’daki eşcinsellik algısına yönelik olarak ismini vermeden geçemeyeceğimiz bir diğer önemli çalışma Dror Ze’evi’nin kaleme aldığı “Müslüman Osmanlı Toplumunda Arzu ve Aşk” kitabı. Yazar eserinde 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar olan dönemde Osmanlı coğrafyasında yaşanan aşk ve cinsellik meselesine dair oldukça net ifadelerle Osmanlı erkeğinin biseksüelliğine işaret ederek bunun zevk ve alem düşkünlüğünden öte; bildik anlamda sosyal bir norm olduğunu söylüyor. Özellikle yetişkin erkek ve sakalları çıkmamış oğlanlar arasında yaşanan ve terminolojide “pederasti” olarak geçen bir ilişkinin varlığını ve bunun toplumsal anlamda ne kadar doğal karşılandığını belirtirken yaptığı şu tanımlama oldukça düşündürücü; yazara göre “16-20. yüzyıllar Osmanlı’sında eşcinsellik meselesine dair ötekileştirme odaklı aykırı bir söylem varsa o da, pederasti normlarının dışında olmak kaydıyla iki yetişkin erkeğin birbirleriyle olan münasebetine karşı olan bir marjinalleştirmedir.” demesi ve durumu bu biçimde özetlemesi konunun o dönemin Osmanlı toplumunda ne denli doğal karşılandığını anlatmaya yeter de artar bile.
Bununla birlikte Osmanlı edebiyatının Divan ve Halk Edebiyatı geleneklerindeki hafıza tazelemek için Divan Edebiyatını Allame-i Cihan şairi biricik Nedim, Halk Edebiyatını da Karacaoğlan olarak işaretleyecek olursak; bu şairlerin şiirlerindeki eşcinsellik temasında “pederasti”nin esamesi okunmamaktadır, ki bu da bize sözü edilen dönemdeki cinsel çeşitliliğin boyutlarının düşündüğümüzden çok daha büyük ve kapsamlı olduğunu düşündürmelidir. Zira Nedim şiirlerindeki erkek sevgililer hiçbir suretle pederasti sınırları içinde olmamakla beraber aynı durum Karacaoğlan için de geçerlidir. Bu arada pederasti normlarını “Encyclopedia of Homosexuality – Eşcinsellik Ansiklopedisi” yetişkin bir erkekle yaşı 12-17 arasında değişen oğlan çocuğu arasında yaşanan ve içinde cinsel ilişkiyle sonlanması gerekmeyen ilişki olarak tanımlıyor. Bir tarafta Dror Ze’vi diğer yanda Karacaoğlan ve Nedim ve daha onca şairin dizeleri dönemin cinselliğine dair değer yargılarını apaçık gözler önüne sermektedir.
Osmanlı ve eşcinsellik meselesinin edebiyat dışı olan başka bir örneği ise meşhur “Civelek Taburları”. Evlenmeleri yasak olan yeniçerilerinin ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla oluşturulan Civelek Taburları özellikle Balkan coğrafyasından devşirilip getirilmiş sarışın, renkli gözlü, yakışıklı oğlanlardan oluşuyor ve her bir civelek, bir yeniçerinin tüm ihtiyaçlarını karşılanması için ona tahsis ediliyor. Birlikte yatıp kalktıklarını ve civeleklerin yeniçeriler için olmazsa olmaz unsurlardan olduğunu yazıyor tarihçiler. Hatta iş o kadar hassas bir hal almış ki; 1810 yılında bir civelek oğlan için Galata’dan sorumlu 25. orta ile 75. orta adlı yeniçeri birliklerinin iki gün boyunca çalıştıklarını biliyoruz. Bir tek civelek oğlan için iki bağımsız yeniçeri birliğinin birbirlerine girmesi tarih sayfalarında yer ediyorsa şu gün ortalarda hala birilerinin “ahlak-edep” nutukları altında eşcinselliğimizi karalamaya çalışıyor olmaları gülünç değil midir?
Hamamları çalışan tek tarihçi muhakkak ki Murat Bardakçı değil, Ergun Hiçyılmaz şöyle diyor: “… Tophane, Unkapanı, Tahtakale, Yemiş İskelesi, Bahçekapı, her türlü rezilliğe açık birer yeniçeri yuvasıydı. Buralarda bırakın ırz ehli kadınları, pazılı delikanlılar bile dolaşamazdı. Bu semtlerde hamamlara girmek kolay, çıkmak zordu. “Hamama giren terler” sözü o dönemin dellaklarının sözüdür. Ayrıca “baltayı taşa vurmak” deyimi de buradan çıkmıştır. Balta; yeniçeri ortalarına ait “nişan” denilen bir alameti farikadır. Bu uzunca bir sırmayla işli bir çerçeve veya peşkirin bir kadına ya da oğlana verilmesi ve armağanı oğlana veren kişinin bununla dolaşması sırasında “balta” bellidir. Balta veren yeniçerinin elinden bunu kapmak, baltayı taşa vurmaktır.
Murat Bardakçı meşhur Evliya Çelebi “Seyyahatname” sinin birinci cildinde her meslek grubunun ayrı ayrı anlattığı ve İstanbul’un esnaf tarihi bakımından bugün en önemli kaynak kabul edilen bu geçit resmi bahsinde, eşcinsellerin yürüyüşünü bugün Türkçesi ile şöyle yazıyor;
“Pasif dilber eşcinsel esnafı, bunlar evsiz-barksız 500 kişidir. Kendi kadir ve kıymetlerini bilmeyip Bâbulluk’ta, Kalatyanoz’da, Finde’de, Kumkapı’da, San Pavlo’da, Meydancık’ta, Kiliseardı’nda, Tatavla’da mâlum işin yapıldığı yerlerde boğaz tokluğuna çalıştıkları sırada avlanıp Subaşı’nın (yani o zaman polis müdürünün) tuzağına düşer ve deftere kaydedilirler. İşte, sözü edilen bu kişiler geçit resminde Subaşı ile şakalar ederek yürürler. Bunlar gibi daha nice esnaf mevcuttur ama anlatmakta hiç fayda yoktur ve sadece Subaşı tarafından bilinirler. Resmi geçide katılan deyyusların sayısı 212, pezevenklerin adedi de 300’dür.”
Hepimizin duyduğu bildiği Nasreddin Hoca fıkraları da bu ağır sansürden nasibini alan tarih mirasımızın önemli parçalarından; Ramazan eğlencelerinin vazgeçilmez unsuru olan Karagöz’ün hamamda Civan Nigar ile basılması meselesi tarihimizdeki eşcinselliğin; bu tür eğlenceliklerde sansürlenmeden yer alıyor olması bize ne düşündürtmeli?
1541’de Gelibolu’da doğan Osmanlı Tarihçisi Gelibolulu Âli Sultan Üçüncü Murad Han devrinde Gürcistan beylerbeyliği ve divan kâtipliği görevlerinde bulunuyor.
Sultan Üçüncü Mehmed tahta çıktığı zaman mir-i miran rütbesiyle Şam Valiliği’ne tayin oluyor ardından Cidde emirliği verilen Mustafa Ali bu vazifesine Mısır ve Mekke yoluyla giderek hacı oluyor ve 1600 senesinde Cidde’de vefat ediyor; görev süresince aldığı notlarına göre, Mevâldün Nefais fi Kavaidil-Mecalis (Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları) adlı eserine göre;
Oğlan – Sevgilide Aranan Özellikler
Âli’ye göre bir delikanlının tercih edilebilmesi için şu özellikler bir arada bulunmalıdır.
Oğlan, yumuşak huylu olmalıdır; partnerinin dediğine uymakta, istediğini yapmakta uysal davranmalıdır.
Sürdüğü güzellik ve cazibe süresi uzun olmalıdır. (En az 30 yaşına kadar)
Mevâid’de oğlanların dikkat etmesi gereken hususlara da yeri geldikçe değinen âli, seks hizmetinde kullanılan delikanlılara şu görevleri yükler;
Gönlü tiksindirecek davranışlardan sakınmalıdırlar.
Tuvalete gittiklerini efendilerine göstermemelidirler.
Onlar da haremdeki kızlar gibi edepli olmalıdırlar.
Efendisini çekiştirip, ikide bir kötülememelidirler.
Âli bu suçu işleyen “tüysüz – pürüzsüz hizmetkarların” neredeyse öldürülmeye layık olduklarını (!) düşünmektedir.
Eksiklerini dile getirip “donum, gömleğim kaftanım, pabucum kalmadı” dememelidirler.
Efendilerinden başkasının yüzüne bakmamalıdırlar; utangaç olmalıdırlar.
Davranışlarında son derece kontrollü ve ölçülü olmalıdırlar.
Su, şerbet ve kahve sunarken diz çöküp sunmalıdırlar, domalmamalıdrlar. Çünkü domalmak, o mecliste bulunanların aklına “başka neşeler ve keyifler” getirip, bunları ummalarına sebep olur.
Tüysüz, pürüzsüz oğlanların birbirlerini kıskanmaları normalse de, bunun boyutları sınır aşmamalıdır.
Bu gençler birbirlerine de aşık olmamalıdırlar. Bu efendilerine hıyanettir.
Kollarına, vucutlarının diğer bölgelerine dövme yaptırmamalıdırlar. Bu Âli’ye göre asiliktir.
Aralarında gizli muhabbetler de almamalıdır.
Afyon kullanmamalıdırlar. Yalnız kahve içmelerinde sakınca yoktur.Âli bu davranışların mutlaka cezalandırılmasını öğütler.
Âli’nin yakındığı bir husus da konuzumu ilgilendirmektedir. Mevâid’in 56. bölümünde yazar, bazı “gafil ve naddan” kimselerin, büyüklerin meclislerine gittiklerinde, hizmetkar oğlanlara şehvetli bakışlarla göz dikmelerini kötüler. Bu kişileri “aşçı köpekleri gibi gözlerinden doyarlar” diyerek yerer. Eğer bu tür davranışlar içki meclislerinde olursa, kan dökülmesine bile sebep olabilir. Âli bu tür bir olayı şöyle tasvir eder;
“O bahtsızların bakmaları halinde, tesadüf, genç hizmetlilerden biri gül gibi gülerken görünür ya da gonca gibi kırmızı dudağı tatlı tatlı gülümserken görünür. Böylece o nankör kişi ile söz birliği etmiş sanılıp işaretleştiğine yorulur. İkisinin de gazaba uğrayıp öldürülmesi olağandır. Oysa gerçekte, o öldürülmesi vacip olan kişinin bakışlarındaki uygunsuzluğun, o suçsuz civana sıçradığı anlaşılır…”
Mevâid’in 90. bölümünde Âli’nin güzel delikanlılara bir uyarısını da vermek gerekir. Burada âli, bu delikanlılara gençlik çağlarının kıymetini iyi bilmelerini şöyle öğütler:
“Daha bıyığı terlememiş güzel delikanlılar, güler-yüzlü ve albenisi olan melek huylularını tazelik çağlarında Mısır’ın Yusuf’u gibi alıcıları çok olur. Oysa traşları geldikten sonra öğrenim yapıp da yükselme yollarını bulup tamamlamaları seyrek olur. Çünkü güzelliklerine aldanırlar, mevki sahibi ulu kişilerin kendilerini isteyip rağbet etmelerine dudak bükerler. Fırsat zamanı, nice muratlarına ermeleri kolay iken gafletleri yüzünden onlara ulaşamazlar.”
Oğlan Çeşitleri
Âli, Mevâid’in 8, 45 ve 46. bölümlerinde (4) Osmanlı eyaletlerinde yaşayan çeşitli ırk ve etnik kökenden toplumların delikanlıları hakkında kısa kısa bilgiler vermektedir. Bazı yörelerin delikanlıları için son derece övücü sıfatlar kullanmakta, bir kısmını ise yer yer çirkin sıfatlar kullanarak yermektedir.
Yukarıda Âli’nin bir oğlan-sevgilide bulunması gerekli grdüğü özellikleri sıralamıştır. Mevâid’de açıkça belirtildiğine göre bu özelliklere sahip “iyi huylu gılmanlar”ın en çok bulunduğu yöre genelde Rumeli olmakla birlikte bilhassa Bosna Hersek’tir. Yazara göre “Bosna ve Herkes memleketinin cılasın oğlanları kişinin dediğine uymakta, istediğini yapmakta hep uysal olurlar. Bunların sürdüğü güzellik ve cazibe süresini de hiçbir diyarın tüysüzleri sürmez. Nicesi otuz yaşına varıncaya kadar güzel yüzüne gönlüne üzüntü olacak kıl görmez.”
Daha sonra ise “İçel Civanları” diye andığı Edirne, Bursa ve İstanbul’u kapsayan yörenin delikanlılarını över. Bunlardan “ince belliler ve her yönden kusursuz ve güzeller” biçiminde bir betimlemeyle bahseder. Hatta bunların güzellik ve cazibesi eksik olanlarını bile “tazelik ve tatlılık, naz ve cilveleriyle sevimli” görür.
Üçüncü sırada yazarın övgüsüne mazhar olan grup ise “Kürt Tüysüzleri” dir. Bunlar “sağlıklı, yumuşak ve uysal, her ne teklif olursa dinleyip yapmaları çok” delikanlılardır. İlginç ve anmaya değer bulduğu bir özellikleri de, bellerinden aşağını kına ile ta dizlerine kadar boyamalarıdır. Diğer özellikleri de çoğunun ince belli ve uzun boylu olmaları, “kendilerini teslim ettikleri sırada her uzvuyla birlikte yumuşaklık göstermeleri” olarak sıralar. Ancak sadakatsizdirler.
Bu bilgileri verdikten sonra Âli, tekrar tekrar İçel civanlarına döner. Dış görünüş ve cazibe açısından onları çok öven yazar, olumsuz yanlarına değinmeden de edemez. Bu üç eski Osmanlı başkentinde yetişen delikanlılar biraz inatçıdırlar. Bu nedenle onlara “vuslat nimeti” ancak üst düzey bürokratlar için söz konusudur. Bazen yanlarında gezdikleri aşıklarını parasız pulsuz bıraktıkları da görülür. Vefasız ve “insanı üzmek isteyen cefacı” güzellerdir. Onlara aşık olanın huzuru ve rahatı az olur.
Yazarın “Rumeli Köçekleri” diyerek andığı oğlanlar “güzel yüzlülere rağbet edip karşısında gümüş servi endamlı, uzun boylu, salınarak yürüyenleri kullanmak isteyenler”in asla vazgeçmemeleri gereken kimselerdir. “Hırvat asıllıların nefesleri mis kokanlarından usanmamalıdır. Bunlar edep ve haya ile hareket ederler.” Çerkesler de “Yusuf çehreliler” şeklinde anılarak Âli’nin övgüsünü almışlardır. Çerkes ve Abhazlar, “yol yordam güzelliği ve yiğitliği, göz, kaş ve kirpiklerinin güzelliği bakımından övgüye değerler. Ancak, akılları az, bu sebeple efendilerine çok itiraz ederler. Arnavutlar aşıkların gönüllerini alsalar da gayet inatçıdırlar. Gürcüler, Ruslar ve Göreller ise yazardan iyi not alamamışlardır ve öncekilerin “gübresi” addedilmişlerdir. Gürcüler “giyeceği kirli, altı üstü kir-pas” kimselerdir. Rus delikanlıları ise çok fazla “verek”tirler. Macarlar ise, bu son üç gruba göre “tabiatı uygun ve makbul” olanlardır. Fakat onların da kusuru, çoğunlukla efendilerine hainlik etmeleri ve davranışlarında kabalık sezilmesidir. Yine de titiz ve hizmette çeviktirler. Âli, Habeşli oğlanları ise oldukça över: Yatak hizmetinde ustadırlar. Giyecekleri kokulandırır, yatak ve yastık döşemeyi candan isterler. Uysallık ve güzel davranışları da cabasıdır. İnce, nazik, azardan yüksünmeyen, “serilip yatmada kadınca davranabilen ve kız oğlan kızlar gibi oynaşmakta senli-benli olan” kimselerdir. Bunların dışında “kara suralı Araplar” şaraba düşkün olurlar. Farslarda ise “giydiği yakışık, salınıp yürüyüşü yaraşık” olanlar çoktur.
Âli’nin yine bu konuya ayırdığı 46. bölümü ise daha önce söylediklerinin bir özeti olması ve üslubunu yansıtması açısından aynen alıntılamak istiyoruz:
“Bütün Rumeli adamı ve Tuna yalılarının özellikleri başka olan ulusları, içleri saf ve temiz yaratılışlıdırlar. Hele tüysüz-türüzsüz olanları yirmi yıl kadar güzellik ve albeni ile eksikzi iltifata ermişlerdir: sakalları gelmez, incelik ve güzelliklerinin zülâlini ayva tüyleri ve sakalları çıkararak bulundurmaz, parlak tabiatlıdırlar. Ancak Akdeniz yalılarında bulunan Mora, İnebahtılı ve Ayamavralı diye tanınmış olan Rum hristiyanları ile çok düşüp kalktıklarından dilleri doğru düzgün değildi; Rumeli civanlarının Tanrı vergisi olan telaffuz ve ifade güzelliğinden uzak oldukları pek bilinmektedir. Ama Anadolu, Karaman ve Mülk-i Rum denen Anadolu Diyarı halkı mutlaka kır adamları, güzeli ve cemal sahibi olanı seyrek görülen, edaları başka başka, güzellikleri ve albenileri az olan kimselerdir. Az çok güzelliği olanları da (…) az zamanda sakallanır ve çirkinleşirler. Lakin üç başkent (İçel yöresi) yani İstanbul, Edirne ve Bursa’da oturanlar ve o aralıktaki kasabaların zarafet gösteren halkı ötekilerden ayrıdırlar. Oğlanları ve kızları, güler yüzlülükle ve güzellilikle şen-şakraktırlar. (…) Ama arap ve Acem soyu, yaratılıştan birbirlerine yakındırlar. Ancak Arap kavminin yaltaklık edip tilkilenmesi ve Acem soyunun kurtça sertlikle yabanilik göstermesi, şaşılacakların şaşılacağıdır. Bunların mahsup ve mahbubelerinde de incelik ve cazibe olur ve zarafetten anlarlar. Lakin bu incelik davranışlarında görülmez. Çoğu kaş, göz güzelliği ile seçilir. Ancak yürüyüşte ve görünüşte merd-i Rumi gibi nitelikleri yücelmiş değildir.”
Kapanış için kendi cümlelerimden ziyade Cemil Meriç’in notlarından bir alıntı yapmak çok daha münasip göründü açıkçası, diyor ki:
“Tarih, galiplerin propogandasıdır; din vaktiflye ne basit jestlere kadar bütün insan hayatını düzenlemeye kalkışmıştır. İçki içmeyeceksin, domuz yemeyeceksin, zina yapmayacaksın. Osmanlı bunların hepsini yaptı. İkiyüzlü bir hayvan oldu Osmanlı, Tanrı’yı ve kulu aldatan bir panayır gözbağcısı. Elinde tesbih, evinde oğlan, dudağında dua. Fesüpanallah demekten başka birşey gelmiyor elimden.”
Kaynakça:
Ergun Hiçyılmaz, Çengiler, Köpekler, Dönmeler Lezzolar
Gelibolulu Âli, Görgü ve Toplum Kuralları
Üzerinde Ziyaref Sofraları / Mevâidün Nefais fi Kavaidil-Mecalis-1 Hzl. O. Şaik Gökyay, Tercüman, 1001 Temel Eser Yayınları, İstanbul, 1978 s. 141-149
Murat Bardakçı, Osmanlı’da Seks
Milli Folklor Dergisi, 2009, Sayı 83